Yaşama Hakkı
GİRİŞ
İnsan, hem biyolojik hem de toplumsal bir varlıktır. Tüm canlı varlıklar gibi onun da yaşamını sağlayan bir organizması yani canlı bir bedeni vardır. İnsanın, birey olarak bir kişiliği vardır. Bu kişilik hem insani hem de hukuki açıdan bir değer taşır. Doğal olarak bir insan, fiziksel, biyolojik, moral ve entelektüel yönlerden kuruludur.
Yaşama hakkı, hem insan haklarının temelini oluşturması açısından önemlidir, hem de insan hakları anlayışındaki tarihsel gelişim sürecinin izlenmesi açısından ölçüt alınabilecek bir haktır. Çağdaş demokrasilerde özgürlüklerin sahip olduğu ayrıcalıklı konuma bakıldığında günümüzde rejimin demokratik niteliğinin bireylere sağlanan özgürlüklerin serbestîsi ile yakından ilgili olduğu görülmektedir.
Yaşama hakkı, en temel haktır. Bu hak karşısında diğer haklar türev, ikincil haklar konumundadır. Diğer tüm hakların kullanımı ve varlığı bu hakka bağlıdır. Bu yönüyle yaşama hakkı mutlak bir haktır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde (AİHS) yaşama hakkı dokunulmaz haklar ya da hakların sert çekirdeğini oluşturmaktadır.
Bu çalışmada yaşama hakkı AİHS ve Türk hukuku kapsamında ele alınmıştır. Bu bağlamda yaşama hakkının konusu önemi ve istisnaları ile yaşama hakkının korunması bakımından devletin yükümlülükleri irdelenmiştir. Ayrıca yaşama hakkı kapsamında özellik arz eden durumlarda incelenmiştir.
I. YAŞAMA HAKKI
1.
YAŞAMA HAKKI KAVRAMI VE TANIMI
Anayasa m.17/1, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi m. 2 ve Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi m. 6 insan yaşamının korunması konusunda temel bir hükme yer vermektedir. Buna göre insan yaşamı kanunun koruması altındadır[1]. İnsan hakları Alman hukukçu Georges Jellinek’in yapmış olduğu sınıflandırmaya göre koruyucu haklar, isteme hakları ve katılma hakları şeklinde üçe ayrılmaktadır. 1982 Anayasası’nda, kişi dokunulmazlığı kapsamında olan yaşama hakkı koruyucu haklar arasında sayılmıştır[2].
Ulusal ve uluslararası belgelerde tanımlanmayan yaşama hakkı, özü itibariyle doğal hukuk okulunun tanıdığı, ancak pozitif hukukun güvence altına aldığı bir haktır[3].
İnsanların bir toplum içerisinde yaşamaları sonucu insan haklarının bugünkü duruma gelmesi oldukça uzun aşamalardan geçerek edinilen tecrübelerle gerçekleşmiştir. Tarihsel gelişim süreci içinde bütün insanların ayrım yapılmaksızın özgür ve haklar bakımından eşit olduğunun kabul edilmesi, bu bağlamda insanın kişiliğine bağlı dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez hak ve özgürlüklerinin olduğu düşüncesi aydınlanma dönemi filozoflarının çabalarıyla anayasalarda yer bulmuştur[4]. İnsanın, sırf insan olması nedeniyle hak ve özgürlüklere sahip olduğu ve devletin bunlara dokunamayacağı düşüncesi ancak 1600’lerde ortaya çıkabilmiştir[5].
Yaşama hakkı, bu hakkın adının açıkça vurgulanması suretiyle 1948 tarihli BM Evrensel İnsan Hakları Bildirisi’nde, 1966 tarihli (yürürlüğe giriş 1976) BM Milletlerarası Medeni ve Siyası Haklar Sözleşmesi’nde (m.6), 1950 tarihli (yürürlüğe giriş 1953) Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde (m.2), 1969 tarihli (yürürlüğe giriş 1978) Amerikalılararası İnsan Hakları Sözleşmesinde (m.4), 1981 tarihli (yürürlüğe giriş 1986) Afrika İnsan ve Halkların Hakları Şartı’nda (m.4) ve 2000 yılı sonunda kabul edilen Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı’nda (m.2) tanınmıştır[6].
Öğretide yaşama hakkı; önce insanın fiziksel-biyolojik varlığının arızasız olarak sürdürebilmesi için gerekli olan bir sağlık ve bütünlük içinde doğması, sonra insanın varlığının moral-kültürel gelişim olanaklarına sahip olarak sürdürülebilmesi son olarak bu suretle fizik-sel-biyolojik-psikolojik-moral-kültürel bütünlüğünü kazanmış insan varlığının aynı zamanda bir süje yani hukuksal bir kişi olarak toplum yararına dahi olsa, doğal sınırlamalar dışında yok edilmemesi olarak tanımlanmıştır[7]. Vücut bütünlüğünün eksiltilmemesi, insanın maddi ve/veya manevi varlığının bir saldırıya maruz bırakılmaması da yaralanmama hakkı olarak tanımlanmıştır[8].
2. HAKKIN KONUSU VE ÖNEMİ
İnsan hakları içinde değer sırası bakımından ilk ve temel olan yaşama hakkı, kamusal makamlar tarafından öldürülememe ve yaşama yönelik tehlike ve risklere karşı yine kamusal otoriteler tarafından korunma hakkını içerir. Kısaca yaşama hakkı öldürülmeme hakkıdır. Öldürülmezlik ilkesinin sonuçları şunlardır[9]:
a) Kişinin kendisine karşı korunması
İnsan haklarının korunması denilince, insanın hep dıştan gelen müdahalelere karşı korunması anlaşılır. Ancak bazen kişinin yaşama hakkına en büyük tehdit yine kendisinden gelir. Türk Ceza Kanunu’nda kişinin bizzat kendi yaşamına son vermesi (intihar) suç olarak düzenlenmemiştir. TCK m. 84/1 intihara yönlendirme suçunu düzenlemiştir. Buna göre TCK’de suç olan şey başkalarını intihara yöneltmektir. Başka bir anlatımla bir kimsenin kendisini öldürmesi ya da öldürmeye teşebbüs etmesi suç değildir[10]. Ayrıca kişinin bedeni üze-rinde mutlak surete tasarrufta bulunabilme hakkı bulunmadığından kişinin kendisine karşı işlenebilecek suçlara karşı önceden izin verme-si (mağdurun rızası) de söz konusu olamaz. Ancak takibi şikâyete bağlı suçlarda mağdurun şikâyetinden vazgeçmesi mümkündür[11].
b) Kişinin 3. Kişilere Karşı Korunması
3. kişiler herhangi bir insanın beden bütünlüğüne zarar vermek suretiyle o kişinin yararını bozacak şekilde herhangi bir eylemde bulunamaz. Aksi takdirde ceza kanunlarına göre suç işlemiş olur (TCK m. 81, 82, 84, 87).Ayrıca söz konusu eylem Borçlar Kanunu açısından da haksız eylem niteliği taşır. Yani üçüncü kişilerin hem cezai hem de hukuki sorumluluğu söz konusu olur
c) Kişinin Topluma ve Devlete Karşı Korunması
Uygarlık düzeyi insan haklarının gördüğü ilgiyle orantılıdır. Çağdaş uygarlıklarda kamu özgürlükleri kavramı beden bütünlüğünün dokunulmazlığı boyutunu da kapsar. Bu durum 1982 T.C Anayasası m. 17 vd’da düzenlenmiştir.
d) Kişinin Anarşizm ve Fanatizme Karşı Korunması
İçinde yaşadığımız toplumlarda bir dördüncü tehdit olarak kişinin ideolojik nedenlerle yaşama hakkını ihlal eden anarşizm ve fanatizme karşı korunması gündeme gelmiştir. Anarşizm felsefesinden doğan terörizm ideolojik nedenlerle yaşama hakkına yönelmiş bir saldırıdır.
Anarşizmin yaşama hakkına yaptığı acımasız saldırının aynısını başta faşizm olmak üzere fanatik öğreti ve görüşler de yapmaktadır. Faşizm, kapitalist toplumun liberal bireysel haklar kavramını kabul etmez. Daha doğrusu onu toplum adına ve yararına değiştirir, yumuşatır, içini boşaltır ve özünden yoksun kılar.
Yaşama hakkı kutsaldır. Bu nedenle en önemli insan haklarından birisi ve hukuk devletinin de temel değeridir. Bu itibarla bu hakkın katı biçimde yorumlanması gerekir.
AİHS m.2’de yaşama hakkının korunmasından bahsedilmiş, bir tanım verilmemiştir. Hakkın nasıl ve hangi sınırlar içerisinde kullanılacağı başka bir ifadeyle söz konusu hakkın somut görüntülerinin yorumlanması AİHM kararlarına bırakılmıştır.
Mahkeme, McCann/İngiltere davasında “yalnızca yaşama hakkı-nı korumakla kalmayan
aynı zamanda yaşama hakkının sınırlandırılma-sının haklı görülebileceği
durumları belirleyen bir hüküm olarak 2. madde AİHS’nin en temel hükümlerinden
birisidir, bu hüküm barış zamanında 15. madde kapsamında kısıtlanamayacak bir
hükümdür, bu madde AİHS’nin 3.maddesi ile birlikte Avrupa Konseyi’ni oluşturan
demokratik toplumların taşıdığı en temel değerlerin birisini ortaya koyar.” diyerek
yaşama hakkının önemini vurgulamıştır[12].
II. AİHS M. 2’DE ÖNGÖRÜLEN DEVLETİN YÜKÜMLÜLÜKLERİ
2.madde’de, ”Yaşama hakkı, 1. Herkesin yaşam hakkı yasayla korunur. Yasanın ölüm cezası ile cezalandırıldığı bir suçtan dolayı hakkında mahkemece hükmedilen bu cezanın infaz edilmesi dışında, hiç kimsenin yaşamına kasten son verilmez. 2. Ölüm, aşağıdaki durumlardan birine mutlak zorunlu olanı aşmayacak bir güç kullanımı sonucunda meydana gelmişse, bu maddenin ihlaline neden olmuş sayılmaz: a) Bir kimsenin yasa dışı şiddete korunmasının sağlanması; b) Bir kimsenin usulüne uygun olarak yakalanmasını gerçekleştirmeye veya usulüne uygun olarak tutulu bulunan bir kişinin kaçmasını önleme; c) Bir ayaklanma veya isyanın yasaya uygun olarak bastırılması” şeklinde düzenlenmiştir.
1982 Anayasası’nın 17. maddesinde de, ”Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir. Tıbbi zorunluluklar ve kanunda yazılı haller dışında, kişinin vücut bütünlüğüne dokunulamaz; rızası olmadan bilimsel ve tıbbi deneylere tabi tutulamaz. Kimseye işkence ve eziyet yapılamaz; kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tabi tutulamaz. (…), Meşru müdafaa hali, yakalama ve tutukla-ma kararlarının yerine getirilmesi, bir tutuklu veya hükümlünün kaçmasının önlenmesi, bir ayaklanma veya isyanın bastırılması, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde yetkili merciin verdiği emirlerin uygulanması sırasında silah kullanılmasına kanunun cevaz verdiği zorunlu durumlarda meydana gelen öldürme fiilleri, birinci fıkra hükmü dışındadır.” denilerek AİHS m. 2 ile paralel bir hükme yer verilmiştir.
AİHS m. 2 ile Anayasa m. 17/1’de “herkes” kavramı kullanılmış-tır. Yaşam, doğumla birlikte başlar, ölümle sona erer. Burada yaşam ve herkes kavramları kullanılmış olması nedeniyle yaşama hakkının sağlamış olduğu korumadan ceninin de yararlanıp yararlanamayacağı sorunu ortaya çıkar. AİHM, ceninin de yaşama hakkının sağladığı korumadan yararlanıp yararlanmayacağı konusunda açık bir tavır al-maktan kaçınmıştır. Avrupa düzeyinde embriyo ve/veya ceninin doğası ve statüsü hakkında uzlaşı olmadığı, ancak koruma kapsamına alınmaya başlandıkları görülmektedir. Ceninin insan olabilme yeteneği, insan onuru adına ceninin korunmasını gerektirmektedir. Ancak bu durum cenini 2. madde kapsamında yaşama hakkına sahip bir kişi yapmaz. Mahkemenin vardığı sonuç itibariyle ceninin 2. madde kap-samında bir şahıs sayılıp sayılmayacağı konusunda soyut bir cevap vermek mümkün değildir. Yaşamın ne zaman başladığı konusunda devletlerin geniş bir takdir yetkisi bulunmaktadır[13].
2. AİHS İKİNCİ MADDE AÇISINDAN DEVLETİN YÜKÜMLÜLÜKLERİ
Yaşama hakkı, en temel insan hakkıdır. Diğer tüm hakların varlığı ve kullanımı buna bağlıdır. Bu bakımdan bu hakkın korunması özellik arz eder. Etkili bir hukuksal koruma sağlar. Başka bir ifadeyle, devlet yalnızca insan yaşamına saygı gösterme(yaşamı yok etme yasağı) an-lamında negatif bir yükümlülük değil, aynı zamanda insan yaşamını etkili olarak korumak, bunun ihlal edilmesi halinde caydırıcı niteliğe sahip etkin ceza hükümlerine yer vermek, ceza kovuşturmasını organize etmek yönünde pozitif yükümlülük altındadır. Bu bağlamda devletin negatif yükümlülük, pozitif yükümlülük ve usuli yükümlülük olmak üzere üç yükümlülüğü vardır[14].
III. AİHS M.2’DE ÖNGÖRÜLEN İSTİSNALAR
AİHS m. 2 ile Anayasa m. 17 hükümlerine göre yaşama hakkının dört istisnası vardır.
1. ÖLÜM CEZASI
Tarihte ilk yazılı metin olarak “Babil Kanunları”nda M.Ö 2000 yıllarında
ölüm cezasına rastlanılmaktadır. Tarihsel gelişim süreci içeri-sinde sıkça
uygulanan bu ceza, çağdaş ceza hukukunda tek bedensel ceza olup, yaşama hakkını
ortadan kaldırmaktadır. Ölüm cezasının suçları önlemede caydırıcı etkisi, adli
hata karşısında telafi imkânları ve yaşama hakkının korunması bağlamında
tartışılması özellikle aydınlanma çağı döneminden itibaren başlamıştır. İlk kez
aydınlanma çağında Beccaria, 1764 yılında yayınladığı “Suçlar ve Cezalar” adlı ese-rinde ölüm cezasını eleştirmiştir.
Beccaria’nın etkisiyle ölüm cezası bu dönemde ciddi biçimde tartışılmış ve pek
çok ülke hukukunda ölüm cezası kaldırılmıştır[15].
Yaşama hakkını güvence altına alan
Sözleşme’nin 2. maddesinin 2. cümlesi, bir mahkeme tarafından yasaya uygun
biçimde verilmiş ölüm cezasının infazını yaşama hakkının istisnası olarak kabul
etmiştir. Ancak 28.04.1983 tarihinde imzaya açılarak 01.03.1985 tarihinde
yürürlüğe giren Sözleşme’ye ek 6 no’lu Protokol ile savaş veya çok yakın savaş
tehlikesi dışında zamanlar için ölüm cezası kaldırılmıştır. 03.04.2002 tarihli
Sözleşme’ye ek 13 no’lu Protokol ise, 6 no’lu Protokol ile belirlenmiş olan
savaş veya çok yakın savaş tehlikesi istisnası da dâhil ölüm cezasını her
durumda kaldırmıştır[16].
2. MEŞRU MÜDAFAA
Haksız bir saldırıya karşı insanın kendisini savunması şayet savunma da zorunluluk varsa, saldırganı öldürme hakkını da vermektedir. Yaşamı tehdit altında olan bir rehineyi kurtarmak için kasten ateş edilmesi AİHS m. 2/2-a’ ya uygundur. Söz konusu madde kamu görevlisi olmayan kişiler bakımından da , yasama organının meşru müdafaaya ilişkin düzenlemeleri bu maddeye uygun hale getirme-si yükümlülüğünü öngörmektedir. Bu düzenleme ancak söz konusu maddedeki koşullar altında bir kişinin öldürülmesini hukuka uygun saymaktadır. Sözleşme bakımından meşru savunma kişinin cebir ve şiddete karşı korunması ile sınırlanmıştır. Bu nedenle malı-mülkiyeti korumak için adam öldürme sözleşmeye uygun değildir. Ancak yeni TCK. m. 25/1’de meşru savunma açısından herhangi bir hakkın korunabileceği ifade edilmiştir. Polis Vazife ve Selahiyetleri Hakkında Kanun’un 16. maddesinde, meşru savunma hakkının kullanılması çerçevesinde polisin silah kullanmaya yetkili olduğu belirtilmiştir. Fa-kat yeni TCK ve PVSK açısından, meşru savunmada aranan “oranlılık ilkesi” uyarınca yalnızca mülkiyeti korumak için yaşama hakkının tehlike altına sokulması hukuka uygun olmayacaktır[18].
3. YAKALAMA VE KAÇMANIN ÖNLENMESİ
Sözleşme’nin 2/2-b maddesi, tehlikeli kişilerin yakalanması veya kaçmasının önlenmesi bakımından silah kullanılması konusunda bir dayanak oluşturmaktadır. Yaşamın tehlikeye atılması ancak silah kullanılmasının mutlaka gerekli olması halinde hukuka uygun sayılır. Baş-ka bir ifade ile öldürme kastı ile hareket edilmemiş olması gerekir. Silah kullanma ve silahlı çatışma konusuna aşağıda ayrıca değinilmiştir.
4. AYAKLANMANIN BASTIRILMASI
AİHS m. 2/2-c’ de öngörülen ve öldürmeyi hukuka uygun kılan son durum ayaklanmadır. Ayaklanma, çok sayıda kişinin büyük çapta şiddet kullandığı, ekstrem durumları ifade eder. Fakat böyle bir durumda da kamu düzenini yeniden tesis etmek için silah kullanmanın mutlaka zorunlu olması şartı aranır[19].
5. DEĞERLENDİRME
Yaşama hakkı Sözleşme’nin mutlak haklar kategorisine girmekle birlikte sınırsız bir hak değildir. 2. maddenin 2. fıkrasında kuvvet kullanmanın meşru olduğu durumlar sınırlı olarak sayılmış olup bunların genişletilmesine imkân yoktur. Devletler savaş ve olağanüstü durumlarda dâhil 2. maddenin 2. fıkrasına aykırı önlemler alamazlar.
Meşru müdafaanın istisna oluşu her türlü izahtan varestedir. Ayrıca bir ayaklanmanın bastırılmasında, meşru müdafaa veya ıztırar ha-linin şartları bulunmadıkça adam öldürmenin hukuka uygunluğundan bahsedilemez.
2. maddenin 2. fıkrası kasten öldürmeye izin verilen haller değildir. Burada mutlaka gerekli olan bir güç kullanımı nedeniyle daha çok istenmeyen bir sonuç olarak ortaya çıkan ölüm olayı söz konusudur. Başka bir ifadeyle hukuka uygun bir güç kullanımına bağlı kast olun-mayan bir sonuç olarak ortaya ölüm meydana gelmektedir. Yani bu istisnalar, öldürmeye peşinen izin verilen durumları değil yaşamın kasıtlı olmayan izalesini, belirli şartlarda yaşamı koruma yükümlülüğün ihlali saymayan kurallar olarak düzenlenmiştir[20].
Burada anlaşılamayan istisna, yakalamak amacıyla adam öldürmektir. Ölüm cezası kaldırıldığına göre yakalanan bir sanığı yargıladıktan sonra dahi verilebilecek en ağır ceza müebbet hapis cezası iken yakalama yapabilmek için böyle bir istisnanın konulması anlaşılabilir bir durum değildir. AİHM burada öldürme kastıyla hareket edilemeyeceğini kabul etmektedir. Mahkeme kamu görevlilerin kasıtlı davranışlarına bağlı pek çok ihlal kararı vermiştir. Mahkeme’nin, Kaya/Türkiye (22729/93), Güleç/Türkiye(21593/93) , Ergi/Türkiye(23818/94), Taş/Türkiye (24396/94), Gül/Türkiye (22676/93), Çiçek/Türkiye (25704/94) ve Akdeniz/Türkiye(23954/94) kararları bu konuda örnek olarak gösterilebilir[21].
IV. YAŞAMA HAKKI KAPSAMINDA ÖZELLİK ARZ EDEN BAZI SORUNLAR
1. ÖLÜM ORUÇLARI[22]
İnsan özgür iradesine rağmen bazı işlem ve eylemler yapmaya zorlanamaz. Bu bağlamda 1998 tarihli Hasta Hakları Yönetmeliği has-tanın rızasına büyük önem vermiş ve m. 24’de “Tıbbi müdahalelerde hastanın rızası aranır” kuralını koymuş, m. 25’de de “Tedaviyi reddetme ve durdurma hakkı” tanımıştır. Ölüm orucuna başlayan kişi başlangıçta hasta olmadığına göre hasta muamelesine tabi tutulması da mümkün değildir. Kişi, kendi hayatı konusunda yine ve ancak kendisi karar verebilir. Burada önemli olan husus iradenin sağlıklı olup olmadığıdır. Bir şüpheli veya sanığın sivil itaatsizlik hakkını kullanarak özgür iradesiyle ölüm orucuna başlaması yasaklanabilecek bir durum değildir. Fakat hekimin sağlıklı bir karar verme durumunda olmayan kişinin yaşamasını sağlamak için hizmet vermesi tıbbı bir zorunluluk-tur. Özellikle ölüm orucuna yatanların bulunduğu ortamdan çıkarılıp tedavi görmesi belki daha sağlıklı karar vermesine fırsat verebilir. Yeni TCK m. 298’de “Hak kullanımını ve beslenmeyi engelleme” suçunu düzenlemiştir. Bu maddenin 2. fıkrasına göre hükümlü ve tutuklarının beslenmesini engelleyenler hakkında 2 yıldan 4 yıla kadar hapis cezası öngörülmüştür. Hükümlü ve tutukluların açlık grevine veya ölüm orucuna teşvik veya ikna edilmesi ya da bu doğrultuda kendilerine talimat verilmesi de beslenmenin engellenmesi suçunu oluşturur. Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunun 82. maddesi, beslenmeyi reddederek açlık grevi veya ölüm orucuna ya-tan hükümlülerden hayati tehlikeye girdiği veya bilincinin bozulduğu hekim tarafından belirlenenler hakkında isteklerine bakılmaksızın muayene ve teşhise yönelik tıbbi araştırma, tedavi ve beslenme gibi tedbirler sağlık ve hayatları için tehlike oluşturmamak koşuluyla uygulanır, hükmünü içerir.
2. GÖZALTINDA ÖLÜMLER
Gözaltında ölümler Türkiye’nin başını çok ağrıtmış bir konudur. Mahkeme burada çoğu kez etkili bir soruşturma yapılmaması nedeniyle Türkiye’yi mahkûm etmiştir. AİHS m. 2’nin uygulanabilmesi için ölümün fiilen kesin olarak tespit edilmiş olmasına örneğin cesedin ortaya çıkmış bulunmasına gerek yoktur. Türkiye’ye karşı açılan Çiçek, Taş, Salman, Akdeniz ve diğerleri gibi davalarda verilen kararlar-da devletin denetimi altında olan bir kişinin sağlığında meydana gelen olumsuz değişiklikleri açıklama yükümlülüğü vardır. Söz konusu kişinin ölmesi halinde hesap verme sorumluluğu daha da önemli bir hale gelir. Mahkeme’nin ihlal sonucuna varmasında kişinin son kez güvenlik güçleri elinde iken görülmüş olması, bir daha ortaya çıkmaması ölçüt kabul ettiği durumlardır. Mahkeme’ye göre kişiden haber alınmaksızın ne kadar uzun süre geçmişse ölmüş olması ihtimali de o kadar yüksektir. Bu durumda da devlet kişinin akıbeti konusunda makul ve ikna edici bir açıklama getiremezse m. 2’den sorumlu tutul-maktadır[23].
3. SİLAH KULLANMA VE SİLAHLI ÇATIŞMA
Silah kullanma ve silahlı çatışma
ülkemizde sık sık sorun olarak ortaya çıkmış, kamuoyunda özellikle de basında
yargısız infazlardan söz edilmiştir. Türk hukukunda güvenlik güçlerinin güç ve
silah kullanma yetkisini düzenleyen birçok hüküm bulunmaktadır 2495 sayılı Bazı
Kurum ve Kuruluşların Korunması ve Güvenliklerinin sağlanma-sı hakkında Kanun,
2692 sayılı Güvenlik Komutanlığı Kanunu, 6831 sayılı Orman Kanunu, 772 sayılı
Çarşı ve Mahalle Bekçileri Kanunu, 1481 sayılı Asayişe Müessir Bazı Fiillerin
Önlenmesi Hakkında Kanun, 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu, 2935 sayılı
Olağanüstü Hal Kanunu, 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu, 5607
sayılı Kaçakçılıkla Mücadele Kanunu, 211 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri İç
Hizmet Kanunu, 2803 sayılı Jandarma Teşkilat Görev ve Yetkileri Kanunu ve 2559
sayılı Polis Vazife ve Selahiyetleri Hakkında Kanun gibi. Belediye zabıtasında
olduğu gibi bir kısım kolluk görevlilerinin de silah kullanma yetkisi yoktur.
Meşru savunma bakımından 2559 sayılı PVSK m.16’ da polisin silah
kullanabileceği hüküm altına alınmıştır. 5681 sayılı yasa ile 2007 yılında
kanunda değişiklik yapılmıştır. 5681 sayılı kanun ile değişik PVSK m. 16’da
öngörülen ana ilkeleri şu şekilde özetlemek mümkündür:
a)
Yaşama
hakkı tehlikeye girmedikçe başkasının yaşama hakkını tehlikeye sokmak olanaklı
değildir (meşru müdafaa ve ıztırar hali).
b)
Silah, öldürmek kastı ile kullanılamaz.
c)
Başka
şekilde saldırı veya tehlikeyi def etmek mümkün ise, asla silah kullanılamaz.
d) Başka türlü yakalama olanağı bulunmayan
durumlarda, sağlığa en az zarar verecek şekilde silah kullanılabilir.
e)
Kaçan kişi, açıkça ve ısrarla ikaz
edilmedikçe silah kullanılamaz.
f)
Ölçülülük (oranlılık) ilkesi [24].
Polisin silah kullanma yetkisi konusunda kesin ve değişmez ölçüt ve sınırlar konulması mümkün değildir. Bu konuda kanunlara açık ve değişmez hükümler koymak olayın özelliğine ve kişilerin davranışlarına göre bazı güçlükler yaratabilir.
AİHM, McCann ve diğerleri/İngiltere davasında, bombalı terör eylemine hazırlık sırasında güvenlik kuvvetleri tarafından üç IRA terör şüphelisinin Cebelitarık Boğazı’nda öldürülmeleri olayında gözaltına alınırken operasyonun yeterli titizlikle hazırlanmamış olması ve mutlak gereklilik sonucu olmayan orantısız güç kullanılması sebebiyle yaşama hakkının ihlal edildiği kanaatine varmıştır. Burada, İngiltere hükümetinin halkı korudukları iddiası mutlak gereklilik kapsamında görülmemiştir, çünkü şüpheli teröristlerin Cebelitarık’a girmelerine ilk başta izin verilmiştir. Bu karardan da anlaşılacağı üzere mahkeme öldürmeye yol açan koşulların makul ve mutlak gereklilik sınırları içerisinde olmasını, kuvvet kullanımının mutlak olarak gerekli ve kesin olarak fiil ile orantılı olmasını ve son çare olarak başvurulması şartını aramıştır. Hedeflenen amacın niteliğinin, yaşama yönelik tehlikeler ve kullanılan kuvvetteki risk derecesinin bir yaşama son verilmesini gerektirip gerektirmeyeceğine bakılmalıdır[25]. AİHM silah kullanma konusunda Türkiye hakkında verilen Yaşa/ Türkiye, Güleç/Türkiye kararlarında da bu ilkeler ışığında bir değerlendirme yapmıştır.
Anayasa Mahkemesi kararlarında, yaşama hakkının Anayasa’nın aradığı belirlilik ve zorunluluk kriterlerine göre sınırlandırılabileceğini, kamu düzenini sağlamakla yükümlü polisin olayı başka bir şekilde engelleme imkanı kalmadığında son çare olarak kademeli bir şekilde zora başvurabileceğini vurgulamaktadır. Anayasa Mahkemesi 1996/68 Esas, 1999/71 sayılı kararında, 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’na 3. madde ile eklenen ek madde 2’ nin incelenmesinde bu hükümle kolluk güçlerine verilen ateşli silah kullanma yetkisinin yaşama hakkının özüne dokunduğunu Anayasanın ve AİHS’nin aradığı “zorunluluk ve orantılılık” şartlarının bulunmadığını, ”teslim ol emrine uyulmaması” ve “silah kullanmaya teşebbüs edilmesi” halinde kademeli olarak etkisiz kılma yöntemleri kullanılmadan kolluk güçlerine son çare olarak baş-vurulması gereken ateşli silah kullanma yetkisi verdiğini bu nedenle bu yönteme başvurulmaksızın doğruca ve duraksamadan hedefe karşı ateşli silah kullanılmasının yaşama hakkını zedeleyeceği sonucuna vararak söz konusu maddenin Anayasa’nın 17. maddesine aykırı olduğu gerekçesiyle iptaline karar vermiştir[26].
4. KAYIP KİŞİLER
Türkiye aleyhine yapılan başvurular bakımından önemli bir sorunu kayıp kişiler olgusu oluşturmaktadır. Bu sorun zaman zaman gözaltında ölüm iddialarıyla çakışmaktadır. Yani en son devlet kont-rolü ve gözetimi altında görülen kişilerin bir daha ortaya çıkmaması ve devletin bu kişilerin akıbeti hakkında bir bilgi verememesi durumunda kayıp kişiler sorunu gündeme gelmektedir. Mahkemenin re’sen delil araması söz konusu olabilir, ancak mahkeme “iddiayı ispat, iddia edene düşer.” temel fikrinden hareket etmektedir. Başvuranın kayıp olan yakınının kamu görevlilerince teslim alındığını kanıtlaması gerekir. Birlikte gözaltına alınan arkadaşları serbest bırakıldığı halde kayıp kişinin serbest bırakılmadığı bir durumda o kişiden haber alınamadığının ortaya konulması gerekir. AİHM kayıp kişilerle ilgili davalarda iddianın bu düzeyde kanıtlanamadığını gördüğü zaman davayı reddetmektedir[27].
5. FAİLİ MEÇHUL ÖLDÜRME VE ÖLDÜRMEYE TEŞEBBÜS OLAYLARI
Terörün yaygın olduğu yıllarda Türkiye’nin önemli sorunlarından biri de faili meçhul adam öldürme olayları olmuştur. AİHM 2.09.1998 tarihli Yaşa/Türkiye kararında bilinmeyen bir kişi tarafından 8 el ateş edilerek ağır yaralanan başvurucunun yaşamının tehlikede olduğuna dair önceden resmi makamlara yapmış olduğu resmi başvuruya karşın Türkiye’nin başvurucunun yaşam hakkını koruma da bu başvuru bakımından kusurlu olmadığı sonucuna varmıştır. Faili meçhul öldürme kapsamında 03.07.2006 tarihli Bayrak ve diğerleri/Türkiye davasında Divan, Türkiye’nin etkili bir soruşturma yapmış olması nedeniyle pasif kalmadığı gerekçesiyle açılan davayı reddetmiştir[28].
6. ÖTENAZİ
Anayasa m. 17/1 ve AİHS m. 2 yaşama hakkı bakımından bir güvence içermekte ancak ölme hakkını garanti etmemektedir. Mahkeme 29.04.2002 tarihli Pretty/İngiltere kararında; devlete, bireye ölüm hakkını tanımak ya da bunu kolaylaştırmak gibi bir yükümlülük yüklenemez, görüşünü dile getirmiştir. Burada Bayan Pretty çok ağır bir ölümcül hastalığın pençesinde bulunduğundan hareket yeteneğini de kaybettiği için intihar edememekteydi. Bayan Pretty’nin kendi rıza-sı üzerine kocasının onu öldürmesi de yerel hukuka göre suç teşkil edecekti. Mahkeme sözleşmedeki yaşama hakkının ölme hakkını da tanıyacak şekilde yorumlanmasına mümkün olamayacağı sonucuna varmıştır. Ulusal hukukta ötenaziyi düzenlemek sözleşmeye aykırı bir durum yaratmayacaktır[29].
7. GEBELİĞİN SONLANDIRILMASI (KÜRTAJ)
İnsan yaşamı, doğumla birlikte başlar ve ölümle birlikte sona erer. Hukuken yaşama hakkının ne zaman başladığı konusunda insan hakları hukukunda kesin bir cevap yoktur. Bu konuda her ülkenin kendi ulusal hukukunda yapacağı düzenlemeler bakımından oldukça geniş bir takdir hakkı bulunmaktadır.
AİHM Büyük Dairesi’nin 08.07.2004 tarihli Vo/Fransa kararında, cenine zarar verme olayının sözleşmenin 2. maddesi kapsamında bir suç olarak değerlendirilmesinin gerekip gerekmeyeceği tartışılmıştır. Bu olayda rutin bir check up için hastaneye giden ve altı aylık hami-le olan ve Fransızca konuşamayan başvurucu personelin hastaların soyadlarını karıştırması sebebiyle nedeniyle bir başka kadınla karış-tırılmış, bunun üzerine yapılan hatalı müdahale sonucunda, ileri bir tarihte çocuğunu aldırmak zorunda kalmıştır. Ulusal hukukta başvurucu doktorlara karşı adam öldürme davası açamamıştır, çünkü Fransız hukukuna göre ceninin taksirle öldürme suçunun mağduru olması mümkün değildir. Mahkeme ceninin yaşama hakkının korunmasından yararlanıp yararlanmayacağı konusunda açık bir tavır almaktan kaçınmıştır. Avrupa düzeyinde ceninin doğası ve statüsü hakkında uzlaşı olmadığı ancak bu konuda koruma kapsamına alınmaya başlandıkları söylenebilir. Mahkeme’nin vardığı sonuç, o an itibariyle henüz doğmayan çocuğun 2. madde kapsamında bir kişi sayılıp sayılamayacağı konusunda soyut bir cevap vermenin mümkün olmadığı şeklindedir. Yaşamın ne zaman başladığı konusunda devletlerin geniş bir takdir yetkisi vardır. Neticede mahkeme somut olayda hamileliğin sona erdirilmesinin 2. madde kapsamına girip girmediğini incelemeyi gereksiz bulmuştur. Çünkü anneye kasıtlı olmadan zarar vermeyi suç olarak cezalandırmak ve zarar nedeniyle hukuk davası açmak imkânını tanımak suretiyle, Fransız hukuku bu olaylara karşı yeterli düzeyde korumayı sağlamaktadır.
AİHM Bruggemann ve Scheuten/Almanya kararında da, bu ilkeler ışığında Almanya’daki yasal düzenlemeleri de sözleşmeye yönelik bir ihlal olarak kabul etmemiştir[30].
Türk hukukunda, dünyanın belki de en
liberal kanunlarından biri olan Nüfus Planlaması Kanunu 10 haftaya kadar olan
gebeliklerin isteğe bağlı olarak sonlandırılabileceğini hükme bağlamıştır.
Ceninin potansiyeli ve insan olabilme yeteneği, insan onuru adına korunmasını
gerektirmektedir. Fakat bu husus cenini 2. madde anlamında ya-şama hakkına
sahip bir kişi yapmaz. Öte yandan babanın cenin üzerindeki hakkının da annenin
özel hayatın korunması hakkıyla birlikte değerlendirilerek dengeli bir çözüme ulaşılması
gerektiği kabul edilmektedir[31].
V. ANAYASA MAHKEMESİ KARARLARI IŞIĞINDA YAŞAM HAKKI
Anayasa Mahkemesi İkinci Bölümü, 15/10/2015 tarihinde Mehmet Demir ve diğerleri bireysel başvurusunda (B. No: 2013/1579), başvurucuların yakınlarının ölümüne neden olan patlamanın meydana gelmesinde yetkili makamların sorumlu tutulmasını gerektirecek bir ihmal ya da kusur tespit edilmemesi nedeniyle Anayasa'nın 17. maddesinde güvence altına alınan yaşam hakkının ihlal edilmediğine, başvurucuların açmış olduğu tazminat davalarının uzun sürmesi nedeniyle Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir[32].
Anayasa Mahkemesine göre devletin Anayasa’nın 17. maddesinde güvence altına alınan yaşam hakkı kapsamında negatif bir yükümlülük olarak yetki alanında bulunan hiçbir bireyin yaşamına kasıtlı ve hukuka aykırı olarak son vermeme, bunun yanı sıra pozitif bir yükümlülük olarak yine yetki alanında bulunan tüm bireylerin yaşam hakkını, gerek kamusal makamların gerek diğer bireylerin gerekse kişinin kendisinin eylemlerinden kaynaklanabilecek risklere karşı koruma yükümlülüğü bulunmaktadır. Anayasa Mahkemesi, yaşam hakkı kapsamında devletin sahip olduğu pozitif yükümlülüğün yetkililer üzerine aşırı yük oluşturacak şekilde yorumlanamayacağını ve devletin yaşamı koruma pozitif yükümlülüğü kapsamında sorumlu tutulabilmesi için belirli bir kişinin hayatına yönelik gerçek ve yakın bir tehlikenin bulunduğunun yetkili makamlarca bilinmesine ya da bilinmesinin gerekmesine rağmen makul ölçüler çerçevesinde bu tehlikenin gerçekleşmesini önleyebilecek önlemlerin alınmadığının tespit edilmesi gerektiğini kabul etmiştir.
Devletin yaşamı koruma pozitif yükümlülüğünü yerine getirip getirmediğine ilişkin yapılan incelemede Anayasa Mahkemesi, olayın terör eylemi sonucu meydana geldiğinin etkili bir ceza soruşturması ve yargılama sürecinin ardından verilen mahkeme kararıyla sübuta erdiği, söz konusu patlamanın münferit bir terör eylemi olduğu ve olaydan önce herhangi bir ihbar ya da istihbari bir bilginin yetkili makamlara iletilmedisği, dolayısıyla olayın öngörülemez nitelikte olduğu, bomba düzeneğinin fail tarafından park yakınına bırakılması ile patlatılması arasında yaklaşık 40 dakika gibi uzun sayılmayacak bir sürenin geçtiği, patlamadan hemen önce de bir polis aracının olay mahallinde devriye görevi yapmakta olduğu, sonuç olarak başvurucuların yakınlarının yaşamını yitirmesine neden olan patlamanın meydana gelmesinde kamu makamlarının sorumlu tutulmasını gerektirecek bir ihmal ya da kusur bulunmadığı sonucuna ulaşmıştır. Anayasa Mahkemesi ayrıca, 5233 sayılı Kanun tarafından belirlenen maddi tazminat miktarı ile davanın koşulları ve başvurucuların uğradığı zararlar arasında açık bir orantısızlık bulunmadığını değerlendirmiştir.
Anayasa Mahkemesi, anılan değerlendirmeler ışığında başvurucuların Anayasa'nın 17. maddesinde güvence altına alınan yaşam hakkının ihlal edilmediğine karar vermiştir.
2. Anayasa Mahkemesi Birinci Bölümü 6/1/2016 tarihinde Doğan Demirhan (B. No: 2013/3908) bireysel başvurusunda, Anayasa’nın 17. maddesinde güvence altına alınan yaşam hakkı kapsamında etkili soruşturma yükümlülüğünün ihlal edildiğine karar vermiştir[33].
Anayasa Mahkemesi göre, bir ölüm meydana gelmişse, devletin pozitif yükümlülüğü kapsamında ölümün nedenlerini soruşturma ve sorumluları tespit ederek cezalandırma ödevi vardır. Yaşam hakkı kapsamında yürütülen ceza soruşturmalarının amacı, yaşam hakkını koruyan mevzuat hükümlerinin etkili bir şekilde uygulanmasını ve sorumluların ölüm olayına ilişkin hesap vermelerini sağlamaktır. Bu bir sonuç yükümlülüğü değil, uygun araçların kullanılması yükümlülüğüdür. Diğer yandan, bu değerlendirmeler, hiçbir şekilde Anayasa’nın 17. maddesinin, başvuruculara üçüncü tarafları adli bir suç nedeniyle yargılatma ya da cezalandırma hakkı verdiği ve devlete tüm yargılamaları mahkûmiyetle ya da belirli bir ceza kararıyla sonuçlandırma ödevi yüklediği anlamına gelmemektedir.
Soruşturma yükümlülüğünün, sonuç yükümlülüğü değil uygun araçların kullanılması yükümlülüğü olması, her soruşturmada, mağdurların olaylarla ilgili beyanlarıyla bağdaşan bir sonuca varılması gerektiği anlamına gelmemektedir. Ancak soruşturma kural olarak, olayın gerçekleştiği koşulların belirlenmesini ve iddiaların doğru olduğunun kanıtlanması halinde sorumluların tespit edilerek cezalandırılmasını sağlayacak nitelikte olmalıdır.
Başvuru konusu olayda, Anayasa’nın 17. maddesinin gerektirdiği etkili soruşturma yürütme yükümlülüğünün yerine getirilip getirmediği yönünde yapılan değerlendirmede; soruşturmada yetkili mercilerce, müteveffanın solak olduğu ve ölüme neden olan ateşlemeyi sağ eliyle yapmasının hayatın olağan akışına aykırı olduğu iddiasının araştırılmaması, şüpheli Y.Ç.’nin ifadesinin kolluk tarafından alınmasından sonra el svapları üzerinde yapılan inceleme sonucunda atış artığının saptanmasına ilişkin olarak ifadesinin yeniden alınmasının gerektiğinin gözetilmemesi gibi delillerin toplanması için makul olan tüm tedbirlerin alınmadığı tespit edilmiştir. Bu şekilde ölüm olayının nedeni ve varsa sorumlu kişilerin ortaya çıkarılması imkânını zayıflatan ve derinliği ile ciddiyeti üzerinde önemli etki gösterecek nitelikte birtakım eksikliklerin bulunduğu anlaşılmış ve belirtilen eksiklikler nedeniyle yaşam hakkının usule ilişkin boyutunun ihlaline sebep olunduğu sonucuna varılmıştır.
3. Anayasa Mahkemesi Birinci Bölümü, 10/6/2015 tarihinde Filiz Aka’nın bireysel başvurusunda (B. No: 2013/8365), başvurucunun eşinin yaşamını yitirdiği trafik kazasıyla ilgili olarak kazaya sebebiyet veren kişiler hakkında açılan ceza davasının sekiz yıldan fazla sürmesi ve düşme kararı verilmesi nedeniyle, yaşam hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir[34].
Anayasa Mahkemesi, başvurucunun ileri sürdüğü iddiaları Anayasa’nın 17. maddesi ile ilişkili görerek bu kapsamda değerlendirmiştir.
Mahkeme, öncelikli olarak devletin kendisi neden olmasa da gerçekleşen ölümün sebebini ve varsa sorumlularını ortaya çıkarmaya yönelik etkili bir soruşturma yapmamış olmasının, soruşturma yükümlülüğünün ihlalini doğurabileceğini vurgulamıştır. Ölümle sonuçlanan olaylar nedeniyle etkili bir soruşturma yürütülmesinin, yaşam hakkını korumak için ihdas edilen yasal ve idari çerçevenin uygulanmasının güvencesini oluşturduğunu değerlendiren Mahkeme, somut olay açısından, başvurucu tarafından kazaya sebebiyet veren kişiler aleyhine tazminat davası açılmamış olmasının, başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle başvurunun kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirmediğini ifade etmiştir.
Anayasa Mahkemesi, temel bir prensip olarak, yaşam hakkı kapsamında yürütülecek bir soruşturmanın etkililik ve yeterliliğini sağlayabilmek için soruşturma makamlarının resen harekete geçmesi ve ölüm olayını aydınlatabilecek, sorumluların tespitine yarayabilecek bütün delillerin toplanması gerektiğini, bunlara ilave olarak yürütülecek soruşturmaların makul bir süratte gerçekleştirilmesi zorunluluğunun bulunduğunu belirtmiştir.
Mahkemeye göre, somut olayın koşulları değerlendirilmek kaydıyla, yaşamı tehlikeye soktuğu açık olan eylemler ile maddi ve manevi varlığa yönelik ağır saldırıların cezasız kalmasına imkân verilmemesi gerekmektedir. Bu bağlamda, ele alınması gereken önemli bir diğer husus ise bu tür olaylara ilişkin yargılamalarda Anayasa’nın 17. maddesinin gerektirdiği özende bir inceleme yapılıp yapılmadığıdır. Bu konuda gösterilecek hassasiyet, yargı sisteminin daha sonra ortaya çıkabilecek benzer olayların önlenmesindeki rolünün zarar görmesine engel olacaktır.
Somut olayda, soruşturma ve yargılama aşamasında yeterli titizlikte bir çalışma yürütülmekle birlikte, ilk derece mahkemesince alınan karara ilişkin temyiz başvurusu yaklaşık iki yıl beş ay sonra karara bağlanmış ve sadece 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 53. maddesinde düzenlenen “belli hakları kullanmaktan yoksun bırakılma” hükümlerinin hatalı uygulanması gerekçesiyle karar bozulmuştur. Bozma sonrası yargılamada da ilk derece mahkemesi aynı sonuca ulaşmış ve yaklaşık iki yıl beş ay süren temyiz incelemesi sonunda 11/3/2013 tarihinde zamanaşımından düşme kararı verilmiştir.
Özellikle temyiz aşamasında yaşanan
gecikmeler nedeniyle sekiz yıldan uzun süren yargılamanın, alınan kararın
sonucunun ne olduğunun önemi olmaksızın, davanın hızla sonuçlandırılmasındaki
yarar dikkate alındığında, başvurucunun ve genel olarak toplumun hukukun
üstünlüğüne olan inancını korumaya elverişli olmadığını ifade eden Anayasa
Mahkemesi, bunun hukuka aykırı eylemlere hoşgörü gösterildiği ya da kayıtsız
kalındığı izlenimi yaratabileceğine dikkat çekmiştir.
Mahkemeye göre, başvuru konusu olayda,
toplam yargılama süresinin çok uzun olmasının ötesinde, yargılama sürecinin
uzamasıyla doğrudan bağlantılı olmak üzere, herhangi kesin bir sonuca
ulaşılmasını ortadan kaldıracak şekilde zamanaşımı nedeniyle düşme kararı
verilmesi, yaşamı tehlikeye soktuğu açık olarak iddia edilen bir eylemin
cezasız kalmasına neden olmuştur.
Sonuç olarak, iki dereceli yargılama sürecinde, başvurucunun davanın süratle ve etkili bir şekilde yürütülmesindeki menfaati ile karmaşık olmayan davanın başvurucudan kaynaklanmayan sebeplerle sekiz yılı aşan süre sonunda düşme kararıyla sonuçlanması dikkate alınarak Anayasa’nın 17. maddesinde güvence altına alınan yaşam hakkının ihlal edildiğine karar verilmiştir
4. Anayasa Mahkemesi Birinci Bölümü, 16/12/2015 tarihinde Yavuz Durmuş ve diğerleri bireysel başvurusunda (B. No: 2013/6574), Anayasa’nın 17. maddesinde güvence altına alınan yaşam hakkının ihlal edildiğine ve başvuruculara 60 bin TL manevi tazminat ödenmesine karar vermiştir[35].
Anayasa Mahkemesi, soruşturma dosyasında, olayı gören kişilerin olup olmadığına ilişkin bir sorgulama yapılmadığını, askerlik yaptığı ya da cesedin bulunduğu yerdeki askeri birlik mensuplarından beyan alma yoluna gidilmediğini, müteveffanın uzaktan akrabası olan ve haklarında şikâyet bulunan dört kişinin olaydan ancak 2 yıl 8 ay sonra şüpheli olarak sorgulandıklarını tespit etmiş, cinayetin terör örgütü tarafından işlenmiş olabileceği ihtimalinin soruşturmanın ilk evresinde sorgulanması gerektiği, bu yönde destekleyici bilgi ve belgeye ulaşılamaması durumunda da kişisel husumet gibi diğer nedenlerle işlenmiş olup olmadığı konusunda soruşturmaya devam edilmesinin makul yöntem olacağını değerlendirdikten sonra, bunları ölüm olayının nedenini veya sorumlu kişilerin ortaya çıkarılması imkânını zayıflatan soruşturmaya ilişkin eksiklikler olarak tespit etmiştir.
Anayasa Mahkemesine göre, soruşturmanın kritik olan ilk iki buçuk yılında Cumhuriyet Başsavcılığının şikâyet edilen dört kişinin beyanlarını dahi almayarak hangi değerlendirmeyle soruşturmaya yön verdiği belirsizdir. Olay yeri incelemesi açısından cesedin bulunduğu yere Cumhuriyet savcısının gittiğine dair bir bilgi bulunmamakta olup ceset üzerinde ve civarında parmak izi, ayak izi, araç izi gibi olayı aydınlatabilecek nitelikteki delillerin tespiti ve korunması yönünde de bir çalışma yapılmamıştır. Ayrıca Cumhuriyet Başsavcılığınca bu konuda yapılan bildirimlerde yetersiz kalındığının açıkça ifade edilmesi, başvurucuların iddialarını teyit eder niteliktedir.
Kesin bir sonuca ulaşılmasını ortadan kaldıracak şekilde soruşturmanın dava zamanaşımından düşme kararıyla sonuçlanması da dikkate alındığında bir bütün olarak başvuru konusu olayda, soruşturma sürecinde gösterilmesi gereken dikkat ve özenin gösterilmediği ve soruşturmada süratle hareket edilmediği kanaatine ulaşılmıştır.
Sonuç olarak Anayasa’nın 17. maddesinde güvence altına alınan yaşam hakkının gerektirdiği etkili soruşturma yürütme yükümlülüğünün, ihlal edildiğine karar verilmiştir.
5. Anayasa Mahkemesi İkinci Bölümü, 21/4/2016 tarihinde İpek Deniz ve diğerleri tarafından yapılan bireysel başvuruda (B. No: 2013/1595), Anayasa’nın 17. maddesinde güvence altına alınan yaşam hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir[36].
Anayasa Mahkemesi bu iddia kapsamında özetle aşağıdaki değerlendirmeleri yapmıştır:
Yaşam Hakkının Esasının İhlal Edildiği İddiası Yönünden;
Gözaltı işlemini ve müdahaleyi gerçekleştiren polislerin kimlik ve eşkâl bilgileri ile M.D. gözaltına alındıktan hastaneye sevkedilene kadar geçen sürede yaşananlar konusunda bir belirsizlik bulunmaktadır.
M.D.nin otopsi raporunda yer alan kafasına aldığı ölümcül darbenin, kaburgalarındaki kırıkların ve vücudundaki yaygın lezyonların hangi koşullar altında meydana geldiğine ilişkin kamu makamları tarafından bir açıklama yapılmamıştır. Dosya kapsamında yer alan tek bilgi, M.D.nin araca binmemek için direndiğine dair görgü tanıklarının aşamalarda vermiş oldukları ifadelerden ibarettir. Ancak bu bilgi de kamu makamları tarafından teyit edilmemiştir.
Ölümün kolluk görevlilerinin güç
kullanımı sonucu meydana geldiğinin kabul edilmesi nedeniyle, ölümle sonuçlanan
güç kullanımının "mutlak zorunlu" bir durumdan kaynaklandığını ispat
yükümlülüğü kamu makamlarının üzerinde olmasına rağmen bu konuda bir açıklama
getirilememiştir. Öte yandan kamu makamları tarafından güç kullanımına ve bunun
gerekçesine ilişkin bir açıklama yapılmadığından söz konusu müdahalenin yeterli
yasal ve idari çerçevesi bulunup bulunmadığı yönünden ayrıca bir değerlendirme
yapılmamıştır.
M.D.nin Emniyete getirildiğine ilişkin herhangi bir resmî kayıt tutulmamış, nezarethane defterine kaydı yapılmamış, zorunlu olmasına rağmen yakalanma anındaki sağlık durumu tespit edilmemiştir.
Emniyet birimlerinin M.D.nin ölümünün nasıl meydana geldiğine, yakalanma anından hastaneye sevk anına kadar geçen sürede gerçekleşen işlemlere ve bu işlemleri gerçekleştiren kolluk görevlilerinin kimliklerine ilişkin bilgileri adli makamlarla paylaşmadıkları görülmektedir. Bu bilgilerin ortaya konulmaması nedeniyle başvurucuların yakınının yaşamına yönelik müdahalenin hangi koşullar altında gerçekleştiği anlaşılamamış ve kamu makamlarının olayının aydınlatılması konusunda adli mercilerle işbirliği yapmaktan kaçındıkları sonucuna ulaşılmıştır.
Başvurucuların iddiaları, Ağır Ceza Mahkemesinde görülen dava ve dosya kapsamındaki bilgi ve belgeler birlikte değerlendirildiğinde, kolluk görevlilerinin güç kullanımı sonucu ölümün meydana geldiği ve Anayasa’nın 17. maddesinin dördüncü fıkrası uyarınca ölümle sonuçlanabilecek güç kullanımını haklı kılacak bir nedenin bulunmadığı anlaşılmıştır.
Sonuç olarak Anayasa Mahkemesi, Anayasa’nın 17. maddesinde güvence altına alınan yaşam hakkının esasının ihlal edildiğine karar vermiştir.
Yaşam Hakkının Usul Boyutunun İhlal Edildiği İddiası Yönünden;
M.D.nin hastanede ölmesi üzerine Cumhuriyet Başsavcılığının resen harekete geçmesi soruşturmanın etkililiği adına önemli olmakla birlikte bütün delillerin de toplanması gerekir. Bu nedenle M.D.nin ölümüyle sonuçlanan olaya ilişkin soruşturma ve kovuşturma makamlarınca tespit edilen ve edilemeyen hususların öncelikli olarak ortaya konulması gerekir.
Ölüm olayının nasıl gerçekleştiğinin anlaşılabilmesi bakımından önem taşımasına rağmen soruşturma aşamasında tespit edilmeyen hususları, araştırma yapılmasına rağmen tespit edilemeyen ve hiç araştırılmayan hususlar olarak ikiye ayırmak gerekir.
Araştırılmasına rağmen tespit edilemeyen hususlar M.D.nin kafasına ölümcül darbeyi vurduğu iddia edilen sivil giyimli polisin kim olduğu, Çapa Tıp Merkezinin yakalama anını gösterir kamera kayıtlarının temin edilememesi, gözaltı ve nezarethane giriş-çıkış formlarının düzenlenmemiş olması, bazı kolluk görevlilerinin olaylara müdahale sırasında cop sayısının yetersizliği nedeniyle kazma sapına benzeyen sopalar kullandığı iddiasının doğrulanamaması şeklindedir.
Hiç araştırılmadığı değerlendirilen hususlar ise; M.D.nin yasa dışı gösterilere katılıp katılmadığı, yakalama ve gözaltı işlemi sırasında kolluk görevlilerine ölümle sonuçlanabilecek mutlak zorunlu güç kullanımını gerektirir nitelikte direnip direnmediği, M.D.nin kafasına aldığı ölümcül darbeyi gerçekleştirdiği iddia edilen sivil giyimli polis memurunun yanında bulunan üniformalı kolluk görevlilerinin kim oldukları, yakalandıktan sonra bindirilerek Emniyete götürüldüğü araç ve sürücüsü, M.D.nin emniyette tutulduğu 13.00-18.00 saatleri arasında binanın içini, giriş-çıkışlarını ve nezarethanelerini gösterir kamera kayıtları, yakalama tutanağında imzaları bulunan kolluk görevlilerinin yanı sıra olay günü Emniyet binasında görevli amir ve memurlarının ifadeleri, M.D.nin sağlık durumunun kötüye gittiğini değerlendiren ve hastaneye götüren kolluk görevlilerinin kim oldukları, Van Barosu, İHD Van Şubesi ve Mazlumder tarafından düzenlenen raporda olay hakkında görgüleri olduğunu belirten bazı kişilerin ifadeleridir.
Soruşturmada, ölüm olayının sorumlularının ortaya çıkarılması imkânını azaltan ve soruşturmanın kararlılığı ile ciddiyetini zayıflatan birtakım eksiklikler olduğu, mutlak surette toplanması gereken delillerin ve araştırılması gereken konuların göz ardı edildiği dolayısıyla etkili soruşturma yürütme yükümlülüğü bağlamında delil toplamaya ilişkin yükümlülüğün ihlal edildiği sonucuna varılmıştır.
Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından kolluk görevlilerinin güç kullanımı sonucu ölüm olayı meydana geldiği gerekçesiyle resen soruşturma başlatılmış, olayın faili belli olmamasına ve muhtemel failinin ilgili Emniyet Müdürlüğünde görevli olmasına rağmen delilleri toplama ve faili tespit etme görevi aynı Emniyet Müdürlüğüne verilmiştir.
Ölüm olayına ilişkin soruşturma işlemlerinin (delil toplama, ifade alma, teşhis) olaya karışan kolluk görevlileri marifetiyle yaptırılması nedeniyle etkili soruşturma yürütme yükümlülüğü bağlamında soruşturma makamının bağımsız olması ilkesinin ihlal edildiği sonucuna ulaşılmıştır.
Başvurucuların etkili soruşturma yürütülmediğine ilişkin iddialarının en önemli dayanaklarından birini de M.D.nin çok sayıda kolluk görevlisi tarafından darp edilmesine rağmen sadece bir polis memuru hakkında kamu davası açılması oluşturmaktadır.
Somut olayda soruşturma belli bir kişinin olaya karışıp karışmadığı ile sınırlı olarak yürütülmüş ve sonuçlandırılmıştır. Ayrıca anılan kararda yaşama yönelik müdahalenin gerekçesine ve Anayasa’nın 17. maddesinin dördüncü fıkrasında belirtilen istisnai hâllerden biri kapsamında olup olmadığına dair de bir değerlendirme yapılmamıştır.
Sonuç olarak Anayasa Mahkemesi, ölüm olayına ilişkin etkili bir soruşturma yürütülmemiş olması nedeniyle Anayasa’nın 17. maddesinde güvence altına alınan yaşam hakkının usuli yönünün ihlal edildiğine karar vermiştir.
6. Anayasa Mahkemesi Birinci Bölümü, 9/9/2015 tarihinde İlker Başer ve diğerlerinin bireysel başvurusunda (B. No: 2013/1943), hamilelik döneminde hastalığın tespit edilmemesi nedeniyle yaşamı ve maddi ve manevi varlığı koruma yükümlülüğünün ihlal edildiği iddiaları kapsamında açılan davaların makul kabul edilemeyecek şekilde uzun sürmesi nedeniyle Anayasa’nın 17. maddesinde güvence altına alınan yaşam hakkının usul yükümlülüğünün ihlal edildiğine karar vermiştir[37].
Anayasa Mahkemesine göre devletin, Anayasa’nın 17. maddesinde güvence altına alınan yaşam hakkı kapsamında negatif bir yükümlülük olarak yetki alanında bulunan hiçbir bireyin yaşamına kasıtlı ve hukuka aykırı olarak son vermeme, bunun yanı sıra pozitif bir yükümlülük olarak yine yetki alanında bulunan tüm bireylerin yaşam hakkını, gerek kamusal makamların gerek diğer bireylerin gerekse kişinin kendisinin eylemlerinden kaynaklanabilecek risklere karşı koruma yükümlülüğü bulunmaktadır. Anılan yükümlülükler, her bir somut olay için ayrıca değerlendirilmesi gereken belli bazı koşullar altında bir olayda ölüm meydana gelmemiş olsa dahi devlet açısından geçerli olabilecektir. Bu çerçevede devletin, bir kişinin yaşamının doğrudan risk altına girmesine ve potansiyel olarak ölmesine yol açabilecek nitelikteki üçüncü kişilerin eylemlerine ya da öldürücü bir hastalığa maruz kalmasına engel olabilecek tedbirleri almadığı durumlarda, o kişi ölmemiş olsa dahi yaşamı koruma yükümlülüğü ve bununla bağlantılı olarak bu duruma yol açtığı ileri sürülen eylem ve ihmallerin etkili bir şekilde soruşturulması yükümlülüğü doğabilecektir.
Anayasa Mahkemesi, tıbbi ihmallerden kaynaklanan hak ihlali iddiaları açısından, idari makamlar ve mahkemeler tarafından başvurucular lehine bir tedbir ya da kararın alınması suretiyle ihlalin tespit edilmesi ve verilen karar ile bu ihlalin uygun ve yeterli biçimde tazmin edilmesi hâlinde ilgilinin artık anayasal açıdan mağdur olduğunu ileri sürümeyeceğini ve bu iki koşul yerine getirildiği takdirde bireysel başvuru yolunun ikincil niteliği dolayısıyla inceleme yapılmasına gerek kalmayacağını ilke olarak belirttikten sonra, başvuru konusu olayda, yaşamı, maddi ve manevi varlığı koruma yükümlülüğüne ilişkin şikâyetler açısından ihlali tespit eden ve belirli ölçüler çerçevesinde makul bir tazminata hükmeden idari dava yolu bulunmasına bağlı olarak başvurucuların mağdur sıfatının ortadan kalktığına hükmetmiştir.
Başvurucuların adil yargılanma hakkı kapsamında ileri sürdükleri yargılamanın makul sürede sonuçlandırılmadığı şikâyetini ise Anayasa’nın 17. maddesinin gerektirdiği etkili soruşturma yürütme yükümlülüğü kapsamında değerlendiren Anayasa Mahkemesi, tıbbi ihmallerden kaynaklandığı ileri sürülen ihlal iddiaları açısından sağlık kurumlarında işlenen kusurlu eylemlerin bilinmesinin ilgili kurumlara ve sağlık personeline potansiyel kusurlarını giderme ve benzer hataların meydana gelmesini önleme imkânı verdiğini, bu tür olaylara ilişkin soruşturma veya davaların hızlı bir şekilde incelenmesinin sağlık hizmetlerinden faydalanan tüm bireylerin güvenliği için büyük önem taşıdığını ifade etmiştir.
Somut olayda, başvurucuların hukuk ve idare mahkemelerindeki davalarının süratle ve etkili bir şekilde sonuçlanmasındaki menfaatleri ile davanın çok karmaşık ve başvurucuların gecikmede esaslı bir etkilerinin olmamasını dikkate alan Anayasa Mahkemesi, bir bütün olarak adli ve idari yargıda on yıla yakın süren yargılama süresinin çok uzun olduğu, Anayasa’nın 17. maddesinin gerektirdiği sürat ve yeterlilikte bir inceleme yapılmadığı sonucuna ulaşmıştır.
Başvurucuların adil yargılanma hakkı kapsamında ileri sürdüğü diğer şikâyetler, Mahkemenin bu konulardaki yerleşik içtihatları esas alınarak açıkça dayanaktan yoksun bulunmuştur.
SONUÇ
Türkiye Cumhuriyeti, bireysel başvuru hakkını 1987 yılında kabul etmiş ve 1990 yılında da seçimlik hüküm olan Divan’ın zorunlu yargı yetkisini tanımıştır.
Mahkeme, bu tarihten sonra Türkiye aleyhine yapılan bireysel başvurularda, Türkiye’nin Güneydoğu’sunda yaşam kaybının trajik ve sıklıkla rastlanan bir durum olduğunu tespit ederek silahlı çatışmaların yaygınlığının, ölümlerin çokluğunun güvenlik güçlerinin yer aldığı silahlı çatışmalarda, Sözleşme’nin 2. maddesinden kaynaklanan etkili ve bağımsız bir araştırma yapılması ödevini ortadan kaldırmayacağını vurgulamıştır. Bu kapsamda güvenlik güçlerinin karıştığı öldürme olaylarının Memurin Muhakematı Kanunu çerçevesinde il idare kurullarınca soruşturulmasının etkin bir soruşturma sayılamayacağını özellikle saptamıştır. Bu kararlar nedeniyle 2.12.1999 tarih ve 4483 sayılı Memur ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hak-kında Kanun, Memurin Muhakematı Hakkında Kanun’un yerini alarak memur suçları muhakemesini basitleştirmiş ve hızlandırmıştır.
Bu tarihten sonrada, Türk hukukunda önemli gelişmeler olmuş-tur. Bilindiği gibi, Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu’sunda 19.07.1987 tarihinde Terörle mücadele etmek ve güvenliği sağlamak amacıyla 8 ili kapsayan olağanüstü hal ilan edilerek Olağanüstü Hal Bölge Valiliği kurulmuştu. olağanüstü hal uygulanan iller zamanla değişmekle birlikte bu uygulama 30.11.2002 tarihinde tamamen kaldırılmıştır.
Yine, ölüm cezası konusunda ülkemizde yıllardır devam eden tartışmalar sonucunda bu ceza 03.08.2002 tarih ve 4771 sayılı Kanun’la ilk önce “Savaş ve çok yakın savaş tehdidi halinde işlenmiş olan suçlar için öngörülen idam cezaları hariç” olmak üzere ve 14.07.2004 tarih ve 5218 sa-yılı Ölüm Cezasının Kaldırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun’la da mevzuatımızdan tamamen çıkartılmıştır.
07.05.2004 tarihinde Anayasa’nın 90. maddesinde yapılan değişiklikle, usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümlerinin esas alınacağı hükme bağlanmıştır. Bu sayede iç hukukta mahkemelerin temel hak ve özgürlüklerle ilgili konularda uluslararası sözleşmeleri ve bu arada AİHS’ni öncelikle dikkate almaları gerektiği hususu vurgulanmıştır. Ancak uygulamada mahkemelerin bu konuda gerekli özeni tam olarak gösterdikleri söylenemez[38].
30.06.2004 tarihinde 5190 sayılı “Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununda Değişiklik Yapılması ve Devlet Güvenlik
Mahkemelerinin Kaldırılmasına Dair Kanun” Resmi Gazete’de yayımlanarak
yürürlüğe girmiştir. Bu Kanun uyarınca
5190 sayılı Kanunla görevli ve yetkili ağır ceza mahkemeleri kurularak bu
mahkemelere ihtisas mahkemesi hüviyeti kazandırılmıştır.
Avrupa Birliği müktesebatı ile uyum sürecinde ceza mevzuatı tamamen değiştirilmiş, 26.09.2004 tarihinde kabul edilen 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu, 04.12.2004 tarihinde kabul edilen 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu ve 13.12.2004 tarihinde kabul edilen 5275 Sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun 01.06.2005 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Bu kanunlarla ceza adaleti sistemi büyük çapta AİHM kararları ile uyumlu hale getirilmiştir.
01.06.2005 tarihinde yürürlüğe giren Ceza Muhakeme-si Kanunu’nun 250. maddesi ile kurulan ağır ceza mahkemeleri 02.07.2012 tarihinde kabul edilen ve 05.07.2012 tarihinde yürürlüğe gi-ren 6352 sayılı Kanun’un 75, 105/6 ve geçici 2. maddesi ile kaldırılmış-tır. 6352 sayılı Kanun’un 75. maddesi ile 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun ( TMK) 10. maddesini değiştiren düzenleme ile kaldırılan CMK m. 250 ile görevli ve yetkili mahkemelerin yerine TMK. m. 10. ile görevli ve yetkili ağır ceza mahkemeleri kurulmuştur. Bu mahkemelere de ihtisas mahkemesi hüviyeti kazandırılmak istenmiştir. Ayrıca bu Kanun’la kaldırılan, CMK m. 250 ile görevli ve yetkili mahkemeler kapsamında görev yapan hakim ve savcıların yetkileri bu mahkemelerde açılan davaların kesin hükümle sonuçlandırılmasına kadar devam edecektir. TMK. m. 10 ile görevli ve yetkili ağır ceza mahkemeleri ve kaldırılan CMK. m. 250 ile görevli ve yetkili ağır ceza mahkemelerinin ihtisas mahkemesi olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceği tartışmalı bir husustur. Zira bu mahkemeler diğer mahkemelerin sahip olmadığı bir takım yetkilerle donatılmıştır ve yargılama usulle-rinde de diğer mahkemelere nazaran önemli farklılıklar mevcuttur. Bu bakımdan söz konusu mahkemelerin özel yetkili mahkemeler olduğunun kabulü gerekir.
Öte yandan, 5982 sayılı Yasa’nın 18. maddesiyle Anayasa’nın 148. maddesi değiştirilmiş ve Anayasa Mahkemesi’nin görevleri arasına pek çok Avrupa ülkesinde olduğu gibi, bireysel başvuruların karara bağlanması da ilave edilmiştir. Anayasa’nın 148. ve 03.04.2011 tarihin-de yürürlüğe giren 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 45. maddesine göre “Herkes, Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İn-san Hakları Sözleşmesi ve buna ek Türkiye’nin taraf olduğu protokoller kap-samındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabilir.” Anayasa’nın geçici 18. ve 6216 sayı lı Kanun’un 76/a. maddesine göre 23.09.2012 tarihinden sonra Anayasa Mahkemesi bireysel başvuruları kabul etmeye başlamıştır.
Yukarıda izaha çalıştığımız iç hukukta yapılan değişikliklerle, AİHM tarafından tespit edilen hak ihlallerinin önüne geçilmek istenmiştir.
Devlet, gerek adli gerekse idari
düzeyde yaşama hakkını koruma yükümlülüğü kapsamında AİHM tarafından verilen
kararlar doğrultusunda, gerekli önlemleri almalı ve yasal rejimi kurmalıdır. Bu
bağ-lamda, adli kolluk mutlaka kurulmalıdır. Cumhuriyet Savcıları, kolluk
güçleri üzerinde mevzuattan kaynaklanan denetim görevlerine aza-mi ölçüde
dikkat ederek, ihlal iddialarına ilişkin olarak gerektiğinde re’sen soruşturma
açmalıdır. Bu konuda resmi hoşgörü gösterilmemelidir. Yine mahkeme kalemi iyi
eğitilmeli, adalet meslek yüksekokulu mezunlarının istihdamına önem
verilmelidir. Suçlulukla mücadelede mutlaka halk ile işbirliği yapılmalı ve
polisin halk üzerindeki imajının düzeltilmesi yönündeki çalışmalara ağırlık
verilmelidir.
KAYNAKÇA
Çakmak Seyfullah: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Hükümleri ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi İçtihatları Işığında Yaşama Hakkı, Adalet Dergisi, sayı:19, Mayıs 2004
Çakmak Seyfullah, Yaşama Hakkı ve Ölüm Cezası, Ankara, 2002
Çiftçioğlu Cengiz Topel, Temel Hak ve Özgürlüklerin Kötüye Kullanılması Yasağı, İstanbul Kültür Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi Cilt:11 sayı 2, Temmuz 2012
Demirbaş Timur, Ceza Hukuku Genel
Hükümler Ankara, 2009
Gemalmaz Mehmet Semih: Devlet Birey ve Özgürlük, İstanbul, 2010, s.497-498; Tanrıkulu M.Sezgin, İHAM Kararlarında ve Türk Hukukunda Yaşam Hakkı, TBB dergisi sayı 66, 2006
Gözler Kemal, Hukuka Giriş, Ekin Basım Yayın, Bursa, 2012
İzveren Adil, Hukuk Sosyolojisi, Dokuz Eylül Üniversitesi Yayınları, İzmir
Odyakmaz Zehra, Kaymak Ümit, Ercan İsmail, Anayasa Hukuku İdare Hukuku, İstanbul, 2011
Öztürk Bahri, Erdem Mustafa Ruhan,
Uygulamalı Ceza Hukuku ve Güvenlik Tedbirleri Hukuku, Ankara 2011
Tezcan Durmuş, Erdem Mustafa Ruhan, Sancakdar Oğuz, Teorik ve Pratik Ceza Özel Hukuku, Ankara, 2010
Tezcan Durmuş, Erdem Mustafa Ruhan, Sancakdar Oğuz, Önok Rıfat Murat, İnsan Hakları El Kitabı, Seçkin Yayıncılık, Ankara, 2010
[1] Tezcan
Durmuş, Erdem Mustafa Ruhan, Sancakdar Oğuz, Önok Rıfat Murat, İnsan Hakları El
Kitabı, Seçkin Yayıncılık, Ankara, 2010, s.89
[2] Gözler Kemal, Hukuka Giriş, Ekin
Basım Yayın, Bursa, 2012, s.403-404
[3] İzveren Adil, Hukuk Sosyolojisi,
Dokuz Eylül Üniversitesi Yayınları, İzmir, 1995 s.33.
[4] Çiftçioğlu Cengiz Topel, Temel
Hak ve Özgürlüklerin Kötüye Kullanılması Yasağı, İstanbul Kültür Üniversitesi
Hukuk Fakültesi Dergisi Cilt:11 sayı 2, Temmuz 2012, s. 179 vd.
[5] Gözler Kemal, age, s.406
[6] Gemalmaz Mehmet Semih: Devlet
Birey ve Özgürlük, İstanbul, 2010, s.497-498; Tanrıkulu M.Sezgin, İHAM
Kararlarında ve Türk Hukukunda Yaşam Hakkı, TBB dergisi sayı 66, 2006, s.52.
[7] Öztürk Bahri, Tezcan, Durmuş,
Erdem Mustafa Ruhan, Sırma Özge, Saygılar Yasemin F, Alan Esra: Nazari ve
Uygulamalı Ceza Muhakemesi Hukuku Ankara 2010 s.93; Öztürk, Bahri Yaşama Hakkı
Ve İşkence Yasağı (Yasak Sorgu Metodları) s.50-51, htpp://www.iku.edu.tr/TR/userfiles/huk/66.pdf (erişim
tarihi:08.04.2017);
[8] Öztürk Bahri, Erdem Mustafa
Ruhan, Uygulamalı Ceza Hukuku ve Güvenlik Tedbirleri Hukuku, Ankara 2011, s.
50-51
[9] Öztürk Bahri, Tezcan, Durmuş,
Erdem Mustafa Ruhan, Sırma Özge, Saygılar Yasemin F, Alan Esra , age, s.93
[10] Ercan İsmail, Ceza Hukuku,
İstanbul, 2007, s.550.
[11] Demirbaş Timur, Ceza Hukuku
Genel Hükümler Ankara, 2009, s.303 vd; Öztürk Bahri, Erdem Mustafa Ruhan, age, s.222
vd.
[12] 27.09.1995 tarihli karar,
başvuru no:1898/91.
[13] Tezcan Durmuş, Erdem Mustafa
Ruhan, Sancaktar Önok, age, s.93; Çakmak Seyfullah: Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi Hükümleri ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi İçtihatları Işığında
Yaşama Hakkı, Adalet Dergisi, sayı:19, Mayıs-2004, s.150.
[14] Tezcan Durmuş, Erdem Mustafa
Ruhan, Sancaktar Önok, age, s.90.
[15] Çakmak Seyfullah, Yaşama Hakkı
ve Ölüm Cezası, Ankara, 2002, s.1.
[16] Odyakmaz Zehra, Kaymak Ümit,
Ercan İsmail, Anayasa Hukuku İdare Hukuku, İstanbul, 2011, s.187
[17] Demirbaş Timur, age, s.522-523
[18] Tezcan Durmuş, Erdem Mustafa
Ruhan, Sancakdar Oğuz, Önok Murat, age, s.113
[19] Tezcan Durmuş, Erdem Mustafa
Ruhan, Sancakdar Oğuz, Teorik ve Pratik Ceza Özel Hukuku, Ankara, 2010, s.116;
[20] Tezcan Durmuş, Erdem Mustafa
Ruhan, Sancakdar Oğuz, Önok Murat, age, s.97
[21] Öztürk Bahri, Tezcan, Durmuş,
Erdem Mustafa Ruhan, Sırma Özge, Saygılar Yasemin F, Alan Esra, age, s.94-95
[22] Öztürk Bahri, Tezcan, Durmuş,
Erdem Mustafa Ruhan, Sırma Özge, Saygılar Yasemin F, Alan Esra, age, s.95.
[23] Tezcan Durmuş, Erdem Mustafa
Ruhan, Sancakdar Oğuz, Önok Murat, age, s.101
[24] Tezcan Durmuş, Erdem Mustafa
Ruhan, Sancakdar Oğuz, Önok Murat, age, s.107-108.
[25] Çakmak Seyfullah, agm, s.168.
[26] Tezcan Durmuş, Erdem Mustafa
Ruhan, Sancakdar Oğuz, age, s.119-120
[27] Tezcan Durmuş, Erdem Mustafa Ruhan,
Sancakdar Oğuz, Önok Murat, age, s.103.
[28] Öztürk Bahri, Tezcan, Durmuş,
Erdem Mustafa Ruhan, Sırma Özge, Saygılar Yasemin F, Alan Esra, age, s.101.
[29] Tezcan Durmuş, Erdem Mustafa
Ruhan, Sancakdar Oğuz, Önok Murat, age, s.94.
[30] Çakmak, Seyfullah, age, s.151
[31] Öztürk Bahri, Erdem Mustafa
Ruhan, age, s.63
[32] Karar metni için bknz:
http://www.anayasa.gov.tr/icsayfalar/basin/kararlarailiskinbasinduyurulari/bireyselbasvuru/detay/50.html
(erişim tarihi:04.04.2017)
[33] Karar metni için bknz:
http://www.anayasa.gov.tr/icsayfalar/basin/kararlarailiskinbasinduyurulari/bireyselbasvuru/detay/67.html
(erişim tarihi:04.04.2017)
[34] Karar metni için bknz:
http://www.anayasa.gov.tr/icsayfalar/basin/kararlarailiskinbasinduyurulari/bireyselbasvuru/detay/17.html
(erişim tarihi:04.04.2017)
[35] Karar metni için bknz:
http://www.anayasa.gov.tr/icsayfalar/basin/kararlarailiskinbasinduyurulari/bireyselbasvuru/detay/63.html
(erişim tarihi:04.04.2017)
[36] Karar metni için bknz:
http://www.anayasa.gov.tr/icsayfalar/basin/kararlarailiskinbasinduyurulari/bireyselbasvuru/detay/88.html
(erişim tarihi:04.04.2017)
[37] Karar metni için bknz:
http://www.anayasa.gov.tr/icsayfalar/basin/kararlarailiskinbasinduyurulari/bireyselbasvuru/detay/39.html
(erişim tarihi:04.04.2017)
[38] Başlar Kemal, Türk Mahkeme Kararlarında
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Ankara 2007, s.17